5 Temmuz 2021 Pazartesi

Sürpriz!

İnsanın çok yıllar sonra kendini aynı yerlerde bulması ilginç. İlginç de değil aslında çünkü insanın çok yıllar sonra tekrar aynı yere geldiğini sanması saçma. Hiçbir şey aynı değil ki.

Duygunun adı aynı. Ama hissettirdikleri farklı. 

Sizce burada kimse kaldı mı? Bence kalmadı. Nisan?

Ben burayı çok seviyorum biliyor musunuz? Kendimi en güzel ifade ettiğim yer burasıydı. Hep, bir şekilde, burada, olacağım.



27 Temmuz 2013 Cumartesi

Hey, canlı!


Size bir şey diyeyim mi? Bakın şu sağ tarafa bi' kutucuk koydum, "Her yazımda utanmadan bir de mail atıp okuduğunuzdan emin olmam için..." diye. Sanırım blogumdaki bu muhteşem teknolojik yeniliği tam olarak tanıtamadım, yoksa yalnızca yazıyla bir, sayıyla 1 kişinin o kutucuğa mail adresini girmiş olmasının başka bir açıklaması olamaz değil mi? Eh o zaman anlatıyorum, o kutuya mail adresinizi yazıp submit ettiğinizde...

"Sonu gelmeyen cümleler beni heyecanlandırır. Aslında söyleyenine bağlı olarak sıkabilir de. Ama yüklemini beklediğim bir cümlenin öznesi tümleci falan geçmek bilmez benim için. Ya da söyleyenine bağlı olarak masal gibi akıp gidebilir de. Güzel anlatan insanlar beni heyecanlandırır. Anlatırken güzel olan insanlar heyecanlandırır beni.

Festivaller heyecanlandırır beni. Hem de çok. Bileti verip alana girdiğim anda içim içime sığmaz koşarım. Adımlarımı müziğin ritmine göre ayarlarım festivallerde. Zaten konserler heyecanlandırır beni. Evden çıkıp metroya binmek bile heyecanlı bi' şey olur konser günleri. Attığım her adımda bi' nota çalar zihnimde. Notalar beni heyecanlandırır. Bu aralar rock'n coke için heyecanlanıyorum. Arctic Monkeys şarkılarıyla adım çalışmaya çoktan başladım.

Kreş değiştirmek heyecanlandırır beni. Heyecanlandırırdı demeliyim sanırım. Yo aslında şimdi değiştirsem de baya baya heyecanlanırım, o yüzden heyecanlandırır doğru kelime. Kreş ne alaka demeyin, şimdi geldi aklıma bir senede 4-5 kreş değiştirdiğim küçükken. Ebeveynlerim beni her birinden ayrı bir bahaneyle, ayrı bir gece yarısı operasyonuyla aldı. Çünkü Konya'da kreş bulmak öyle kolay bir şey değildi. Bir gün kreşten eve dönüp anneme, "Anne lütfen kapan yoksa saçlarından yanacakmışsın, ben yanmanı istemiyorum." demişim mesela, ertesi gün o kreşe gitmemişim. Bir başka gün evde yemekte, "Filistinli kardeşlerimiz orada açken biz burada nasıl yemek yiyebiliyoruz?" demişim mesela değil örneğin, ertesi gün kreş arayışı tekrar başlamış. Bir gün bir başka kreşte öğle yemeğinde karnabahar kızartması yemişim, bütün gün kusmuşum, o kreşe tekrar gittiğimi de hatırlamıyorum. Bir başka kreşte düğme koleksiyonum gömleğimin üst cebinden dökülüp yere saçılmış hareketli bir oyun esnasında, bu beni utandırmış, o kreşe de ben gitmek istememişim artık."

...şeklinde mail falan gelecek işte size. Yazdı bu adam yine çirkin çirkin, şimdi işin yoksa oku diyecek mail. Amma kastım o sarı cümlenin devamının burada olduğunu göstermek için, sapsarı oldu her taraf.

Sözün özü, ben heyecanlıyım. Tamam mı? Şu anda bile. Heyecanlıyım. Canlıyım. Gelsin hayat. Yolla.

İmza: Ege the ergen.

16 Temmuz 2013 Salı

Yomonosoko

Lan ben liseden mezun olduktan 7 yıl sonra üniversiteden mezun oldum lan. Riyelayzeyşın yaşadım haydi hayırlısı.

*Başlıksa bir nevi küfür.

Tembel tenege :)




Ya ben mezun oldum falan diye artizlik yaptım bir önceki yazımda ama yarın MAT102 vizem var benim. Evet şimdi hep beraber bu olayın saçmalığına şaşırabiliriz. Şöyle oldu, ben akranlarımla:P bu dersi ilk aldığım zaman final öncesi ani bir kararla finale çalışmamaya karar vermiştim. Doğal olarak akranlarım geçti dersi, ben kaldım o dönem. Sonraki dönem sıcağı sıcağına tekrar aldım, o zaman da vizeden önce vizeye çalışmamaya karar vermiştim ki bir öncekinden daha akıllıca bir karar, çünkü finalle toparlayabildim g.tü ve DC'yle verdim dersi.

Hikaye burada biterdi eğer ben bu kadar profesyonel bir öğrenci olmasaydım. Ancak üniversite hayatımda an geldi, hiç yapmadığım bir şeyi yaptım, ne kadar ders verdim, ne kadar dersim kaldı, okul en iyi ihtimalle ne zaman bitiyor, bunların bir dökümünü çıkardım bi' gün. Sonra baktım ki var daha, yani bitmiyor okul, baya geç bitiyor, ders çakışmaları ve gözetim sebebiyle yarı boş olan ders programlarımı düşük notla geçtiğim dersleri tekrar alarak doldurmaya karar verdim. İşte MAT102 ile tekrar buluşmamız böyle gerçekleşti. Hatta aynı dönem gözü döndürüp Kimya101 ve Türkçe102 de alacaktım ama yazıda belirttiğim ilk iki kararımdan daha akıllıca bir kararla bu dersleri yaymaya karar verdim. Daha yeterince zaman vardı önümde, dönemler çuvala mı girmişti canım?

Neyse işte, yükseltmek için tekrar alışımda kaldım MAT102'den. MAT102 benim üniversite hayatımın özetidir zaten. Bir de Veri Yapıları, ha bir de BİL105, ee bir de Elektroniğe Giriş, hatta bir de Veritabanı Yönetim Sistemleri. Neyse evet özetidir işte.

Şimdi mızıka çalmayı öğrenmeyi bırakabilirsem, uzuuuun zaman sonra gelen yazma isteğimi bastırabilirsem, oda sıcaklığımı tam olarak 19,6 dereceye ayarlayabilirsem, dışarıdaki martıları susturabilirsem,  dünya barışını sağlayabilirsem ve Singapur'a ucuz uçak bileti bulabilirsem, MAT102 çalışmaya başlayacağım.

Yok olmazsa, yeni bir başarı hikayesi daha yazılacak üniversite tarihime.

Hadi bakalım öpüldünüz,
venüs :D

*Ha bu arada kimse de demiyor senin aynı başlıklı bir yazın daha vardı blogda diye. Yani doğal olarak kimse demiyor şu anda, çünkü bu yazıyı henüz yayınlamadım. Pardon okuyucum haksızlık ettim sana şıp diye farkettin oysa biliyorum :P Evet vardı, yine olsun.

Ben dönen tekerlerin değilim, ben otobanım?!




2013'ün 7. ayı, parmak hesabıyla Ocak, Şubat, Mart, Nisan, Mayıs, Haziran, Temmuz, Temmuz eder. Şu an 15'i, yazıp yayımlayana kadar 16'sı olur. Epeydir yazmıyorum. Ama artık zamanın uzunca bir süredir geçtiği şekilde geçmeye devam etmesini istemiyorum. O yüzden bazı şeylerin stop düğmesine bastım. Yazmamak da bunlardan biri.

Previously on Ege diyeyim, küçük bir özet geçeyim:


Okulu bitirmek üzereyim, siz dahil benimiz de hiç bitmeyeceğini sanıyorduk, biliyorum. Hala da bitmedi gerçi ancak son 1 dönemim, cüppemi aldım, kepimi attım, sonra hemen yerden başka bir kep kaptım. Mezuniyette yer yer duygulandım, yer yer sıkıldım, özellikle mezuniyet yemini, kep atma, havai fişek gösterisi ve 10. yıl marşının art arda geldiği anlarda baya coştum. 3.99 ortalama yapıp okul birincisi olarak mezun olan arkadaşın yerinde olsam çok daha eğlenceli bir konuşma hazırlardım, 6 yıllık üniversite hayatımda okul birincisi olasım gelen tek an oldu o konuşma :) Yıllar sonra, "Steve Jobs'un mezuniyet konuşmasına bak abi baya iyi" tarzı tekrar izlenecek, facebook'da falan paylaşılacak bir mezuniyet konuşması değildi, yeterince bok attım mı? Annem tribünlerden sahaya indi sürekli, görevli fotoğrafçılardan daha çok fotoğraf çektiğini düşünüyorum. Küçük küçük dolaştı durdu sahada sürekli şirinim. Mutluluğu bana da geçti tüm gece boyunca. Bu arada lise mezuniyetimde ve üniversite mezuniyetimde aynı kostümü giyerek formumla düşman çatlattım. Fıstık yeşili ceketimi daha sık giymek istiyorum hatta, mezuniyetten mezuniyete yetmiyor :)

Sağlığım iyi. Birçokları pek bir şey bilmiyor, eh zaten yaşandı bitti saygısızca. Yine de bir şekilde nöroşirürji terimini duymak zorunda kalmış ve bu sanatı icra eden doktor arayışında olan insanlar varsa bu yazıyı okuyanlar arasında, bilmek isterim çünkü bilmek isteyeceğiniz şeyler anlatabilirim.

Ev değiştirdim. Nisan güle güle oturtmaya gelmedi daha. Nisan gel. Sadece Nisan da değil. Hadi çocuklar hep beraber. Ha eve taşınmamın üzerinden 4 ay falan geçti ancak hala tam yerleşemedim. Ayrıca aynı eve 2 defa taşınan tek insan da olabilirim. Bi' kere öğrenci evimden eşyalarımı taşıdım, bi' kere de ailemin artık oturmamaya karar verdiği bir evden eşyalar taşıdım. Şu an 2 adet çamaşır makinem, 2 adet fırınım, 722 parça çatal, kaşık, bıçak, tabak, çanak takımım var. Evim resmen 2 evin birleşerek oluşturduğu bir süper ev oldu. Bu arada deli manzaram var, buraya da koyayım fotoğraflardan çünkü insanlar facebook'a ve instagram'a zaten yeterince koymuyor olmadığımdan şikayetçi olabilirler :P


Sonracığma Gezi Parkı, evet. Uzun zamandır beklediğim şeyler oldu ülkemde, insanımı daha iyi tanıdım, daha çok sevdim. Çok bir şey yazmayacağım çünkü bu konuda yazan, çok da güzel yazan insanlar var zaten ancak şunu söylemeden geçemeyeceğim, eylemin ilk günleri ailemin yanından çıktım gittim Gezi Parkı'na ben, münazara sanatının inceliklerini konuşturarak, ailemi ikna ederek katıldım ilk günlerinde eyleme ve bu konuda takdir bekliyorum. Ailesi aman oğlum olaylara karışmacı arkadaşlar beni anlayacaktır.

Yazı özet kisvesini çıkartmadan bitireyim bugünlük. Kisve de kılık, kıyafet falan demekmiş şimdi baktım, o yüzden öyle kurdum o cümleyi. Ha ben bir de spora başladım ve ayrıca yüzüyorum. Tamam lan bi sustum artık.

Bu da zaten blogumun yarısını oluşturan çirkin, uzun süre yazmamanın sonrasında gelen ürkek, kekremsi:P yazılardan biri oldu. Yazmanın start düğmesine basabilmiş miyim göreceğiz. O zamana kadar kalın sağlıcakla.

Özlemişim :)

*Başlık çalan şarkıdan, ne saçma değil mi? Başka bir yazının konusu olsun ama Su'ya ufak bir selam gitsin buradan :)

4 Eylül 2012 Salı

Ağlalan



Bu şarkıyı dinle, dinle de ağla. Gerçekten, çünkü ağlamaya ihtiyacın var bazen. Yani başka sebep geliyor mu aklına gecenin 3'ünde burada olman için? Televizyonu, bilgisayarı çoktan kapatmış, yatmak için dişlerini çoktan fırçalamış, yüzünü çoktan yıkamışken, yatağının olduğu odaya doğru adım fırlatmak yerine bilgisayarın önündeki koltuğa bırakmak kendini tekrar...

Gördüğün her şeye duygulanmak, ama gözyaşının bir türlü atamaması kendini göz kapaklarından yanaklarına, bırakamaması kendini boşluğa. Sonunda kendinin sebep olması toplu gözyaşı intiharına, çıkarmak bir şarkıyı lise hatıralarından, başlamak dinlemeye...

Evet bunun tek sebebi, insanların ağlamaya ihtiyacı olmasıdır bazen. Dinle de ağla istersen, hazır buraya kadar gelmişken... Sonra saçma sapan bir zamanda çıkmasın üzgünyüzüne gözyaşların. Ağla da kurtul.

İşe yaramaz öğütler blogu ıslak ıslak sundu.

İyi geceler.

11 Mayıs 2012 Cuma

Yoksa ben buraları uçururum yani.

Biraz özleyin diye yazmıyorum.

18 Nisan 2012 Çarşamba

Gotye günlükleri, no:2

Bu Somebody That I Used to Know adlı şarkının insanlarda toplaşıp şarkı söyleme, bunun yanında türlü atraksiyonlarda bulunma gibi istekleri had safhaya çıkardığını düşünüyorum artık iyice. Ve nedense ben yapılan bu atraksiyonların hiçbirini beğenmeme eğilimindeyim.

Bugünkü ilk konuğumuz İsrailli bir grup insan.



Buradaki buzuki sempatik, buzukiyi çalan adam güzel sololar peşinde, beğendim. Ayrıca sakallı abimiz de sololara olan beğenisini tutkulu bakışlarla gösteriyor ki, bir andan sonra sağdaki üçlüden şöyle bir kıllanmamak elde değil. Yalnız aralarına bir de bağyan alsalarmış daha az korkutucu bir grup olacaklarmış, karayip korsanı tarzlı abimiz şarkının hatun bölümünü söylediği için biraz mutsuz sanki.

Sıradaki grubumuz Gleeden fırlama 6 tane delikanlı. Güzel bunlar da, yalnız işin garibi şarkıyı ne kadar çeşitli atraksiyonlarla söylerseniz söyleyin, şarkı aşağı yukar aynı geliyor kulağa. Ama bu gençleri beğendim, en azından içkiye sigaraya bulaşmayıp müzikle uğraşıyorlar, sokaklara düşüp hırsız mı olsalardı?:P Yok o değil de, hakikaten bu güzel olmuş, özellikle şarkının bağırma çığırma kısmına geçerken ki literatürde nakarat olarak geçiyor bu bölüm, kameranın aşağı yukarı sallanması ve bir dubstep etkisi yaratması, keza delikanlıların da sallanma performansları falan güzel, izlemenizi tavsiye ederim, United Colors of Benetton gibi grup valla. Sadece girdikleri kutuyu beğenmedim.



Bunların yanında aslında bu tek gitar kırk adam olayı tam parodisi yapılacak konu ve birkaç parodi videosu mevcut yutupta, ama yutmadım ben hiçbirini, beğenmedim, olmamış yani komik değil, bir tanesi çok az komik ama çok az komik diye de bloguma koyamayacağım videoyu kimse kusura bakmasın. Çok merak eden şuradan bakabilir -- yani buradan.

Sıradaki insanlarsa gördüğüm en orjinal fikirlerden birini icra etmişler. İsimleri "The Body Poets" ki yaptıkları iş de aşağı yukarı vücutlarıyla şiir yazmak zaten.



Dans figürleri falan biraz zayıf da olsa epey hisli, özellikle ortadaki adamın dansı son derece teatral, sözler olmasa, sadece dansı izlesen, muhtemelen aynı isyeaaanı hissedersin yani. Yalnız bunlar sarıkız şarkı söylerken ne yapacaklarını bilememişler, öyle güzel kız görünce ne yapacağını şaşıran erkek hallerinde hareketler, tripler falan kasmışlar ve çok saçma olmuş.

Eveeet, bugünlük Gotye - Somebody that I used to know haberleri bu kadar. Ben zaten blogun adını falan değiştiricem GOTYE diye ama, yanlış anlayanlar olur diye çekiniyorum. Neyse canım Türkiyem, gün geçmiyor ki bu şarkının yeni bir cover'ı daha yapılmasın, gün geçmiyor ki bu gözler yeni bir atraksiyonla tanışmasın. Ama ben size şarkıyla ilgili en kaliteli materyalı bulup dinletmekle mükellefim, blogumuzun yeni misyonu bu bundan sonra, gözünüz arkada kalmasın.

Yapılan coverlar mükemmellik noktasına erişinceye dek konunun peşindeyim.

Sıradan Hayat Haber, iftiharla sundu. Yaşıyor ya da yaşatılıyorsa. Evet.

15 Nisan 2012 Pazar

Kevin şöyledir, Kevin böyledir.



Kevin nasıl kafalarda, ben bunu hayatım boyunca anlayamayacağım. Galiba izlediğim her filmden sonra, eğer Harry Potter falan değilse film, ya da Matrix falan, (ki yanlış anlaşılmasın, 10'unu da çok severim) gelip buraya 1-2 bir şey yazacak gibiyim. Filmin sonunu falan söyleyeceğim yok merak etmeyin, bırakmayın okumayı, zaten bir avuç insan var burayı okuyan, spoiler yok, filmi izledikten sonra anlam bulacak 1-2 cümle yazarım en fazla, o kadar. İstemiyorsanız onu da yazmam.

Ne diyordum, evet, Kevin nasıl kafalarda, ben bunu hiçbir zaman anlamayacağım. Hani sanat denilen şey vardır ya, neresinden tutarsan orasından yorumlarsın, çok boyutlu sanat, neresinden bakarsan farklı algılarsın. Öyle bir film bu. Anlaşılacak çok şey var, çünkü anlatılan çok şey var. Spoiler vermeden bir filmle ilgili yazmak zormuş. Azizim.

Neyse şu kadarını söyleyeyim, herkes annesini insan gibi sevsin, insanlar insanları insan gibi sevsin. Olur mu?


14 Nisan 2012 Cumartesi

Gürültülü. Yakın.



Yok yok, değil öyle. Asıl içinde yapamadığın, edemediğin bir şey kalmışsa sevmezsin kendini, her tarafına batar hayal kırıklıkların keskin keskin.

O yüzden kalmasın içinde bir şey, yap, et, söyle, duy, sor, cevap ver... Zamanında.

Ve zaman geçen bir şey. Zaman akan bir şey. Akarsa senin içinde biriktirdiklerinle beraber, sürüklenirse akıntıyla içinde tuttukların, tekrar öyle bir yerde vurur ki karaya, hiç bulamazsın, belki de vurmaz bile. Boynunda sadece tek bir anahtar, dünyadaysa milyonlarca kilit asılıdır. İşte o zaman boynunu keser anahtarın asılı olduğu ip, mor bir halkaya dönüşür boynuna sarılmış. Sonra düğümleniverir.

Boynundan yüzüne yayılmakta olan bir morluk yoksa üstünde ve elinde bir anahtar, gördüğün her kilidi dürtüklemiyorsan eğer, hala seversin kendini, ne dersen de. Uçaktan mermiler, dev çelikten gövdelere saplanmadığı için tepende, şanslısın. Çelik bedenler yıkılmadı bedeninin üzerine. Hareket et. Edebilirsin.

Telefonun son kez çalmıyor, arayan her kimse seni son kez aramıyor, hatlar kitlenmemiş henüz, rahatla. Ama aç yine de telefonu. Zamanında...

8 Nisan 2012 Pazar

Got got ye, got ye.



Bu şarkıda Kimbra'nın tarafını tutuyorum. Öyle bağırarak çağırarak olmuyor bu işler Gotye efendi. Yalnız klip pek güzel. Ayrıca bir de şöyle bir şey varmış.


Çok saçma bir görüntü değil mi lan. İnsanlar ne yapıcağını şaşırmış abi. Biri bi darbuka, bi gitar daha falan alsın şunlara diyip nasıl da Walk off the Earth severlerin oklarına hedef edermişim göğsümü şimdi. Sağ taraftaki amcanın fonksiyonunu anlamadım ama t-shirtleri falan yapılmış, sevilen bir kişilikmiş kendisi. Bir de bütün klip boyunca karizmatik karizmatik aşağı bakmaya kasan hanım kızımızın kendi sırası gelmeden önce 2:27 falan itibarıyla şöyle bir yalanıp şarkı söylemeye hazırlanması çok komik değil mi? En soldaki adam da gruptan ilk ayrılacak adam diye düşünüyorum. Bilmiyorum heralde çok seveni var bu insanların, 85 milyon kişi izlemiş yutupta. Ben yutmadım ama, sevmedim, adamların arkalarında duran bitkileri, panjuru bile sevmedim. Belki de bazı şarkılara dokunmamalı böyle marjinal gruplar ha ne dersin dostum?

İşi gücü olmayan, ona buna sataşan klavye delikanlısından sevgiler. Biri bi gitar alsın la şunlara.

Haha.

Oona inst.


Bir de böyle bir şey var. Her ne kadar insanın tam ekran yapıp izleyesi geliyorsa da yapmayın, TOO* saykodelik oluyor, iyi olmuyor yani.


TOO*: aşırı, more than necessarry, gerekenden fazla.

MGMT Oona, elimizde büyüdün kız.


Oonamız versiyon yenilemiş. Şarkı başlarda biraz sıkıcı olsa da sabırsız dinleyicilerimiz için belirteyim, 2.dakikadan itibaren güzelleşiyor, dayanın 2 dakka:) 3:07'den itibarense olay bambaşka boyutlara taşınıyor.

Oona neymiş ne olmuş diyenleriyse şöyle alalım:
Tek başına MGMT.

Ne olursa olsun, yaşamaya mecbursun.



Bundan yıllar yıllar önceydi. 10 yıl önce falan olabilir, 11, 12, 13 de olabilir, 14, 15 bile olabilir (haha, tüm yazı böyle gidermiş falan:) gitmez ama en fazla 23 yıl diyeyim, siz anlayın), anne-baba daha net hatırlar kaç yıl olduğunu, mavi çarşı zamanlarıydı. Yazları Akçay'da geçiriyorduk, hala da Akçay'da geçiriyoruz:) Her yaz, annemin yaptığı inanılmaz güzellikteki kolyeleri, annem ve babamın beraber yaptığı birbirinden güzel deniz kabuğundan bibloları, tabloları, babamın yaptığı deniz kabuğundan sarkaçları satıyorduk Akçay kordonda tezgah açıp. Hemen hemen her yaz değişiyordu yerimiz o zamanlar, o yaz mavi çarşıdaydık. Mavi çarşı, bir yolun sağına ve soluna dizilmiş mavi brandalı tezgahlardan oluşuyordu, şirin bir çarşıydı, güzel tezgah komşularımız, iyi arkadaşlarımız olmuştu.

Neyse işte o zamanlar, ben yeni yeni iyi müzik dinlemeye başlamıştım. Babamın eski kasetlerini dinliyordum, hatırlıyorum bir tane çekme kaset vardı, Pink Floyd Dark Side of the Moon, babam grafiksel bir kapak resmi yapmıştı siyah beyaz, çok güzeldi hatırlıyorum. Sonra çok kıymetli Bon Jovi CDsi vardı, 7800° Fahrenheit albümü, In and Out of Love favorimdi, CD'yi takar takmaz başlardı. Ve hatırlayamadığım daha bir dolu albüm vardı o eski Pioneer katlı müzik setinin en alt rafında.

İşte o rafta bir de Bulutsuzluk Özlemi kaseti vardı. Yaşamaya Mecbursun, canlı konser kaydı. Onu da çok dinlerdim, öyle müthiş bir albümdür ki hayattan keyif aldırır, güneş pırıl pırıl parlar dinlerken, yediğin elmalar daha lezzetli gelir sana, küçücük köpek yavruları şirin şirin peşinden koşturur sokaklarda, alır eve getirirsin, eşyalı odaya girer biraz keşif yaparsın, bir iki güzel deniz kabuğu seçersin kendine, bir salatalık keser, tuzlar, balkona çıkarsın, anneyle teyzeyle pazara bile çıkarsın, öyle keyif aldırır hayattan. Albümü her dinleyişinde o konsere bir kez daha gidersin, Yaşamaya Mecbursun, Güneşimden Kaç, Tepedeki Çimenlik, Güneye Giderken, Hayır Hayır, Devran Dönüyor, Yüzünde Yaşam İzleri Vardı, Boyalı Kuş, Bulutsuzluk Özlemi, Sözlerimi Geri Alamam... Hepsi muhteşem şarkılar. Toplam 5 farklı cümleden de oluşsa, sözleri o zamanlar bana biraz ağır gelen, her dinlediğimde bana başka şeyler düşündüren, beni başka şeylerle korkutan, beni başka kaygılarla tanıştıran Cezaevinde Bayram Görüşmesi falan... İyiydi yani çok iyiydi. Şimdi tekrar dinliyorum da Cezaevinde Bayram Görüşmesi'ni, biraz şaşırdım o zamanlar daha ne kadar yaş olduğuma, ruhumun o zamanlar ne kadar özgür olduğuna şaşırdım. Bir şarkı dinleyip, olanca özgürlüğümle o düşünceden bu düşünceye koşturmama şaşırdım. Aslında aklımın artık nasıl da kabuk bağladığına şaşırdım, nasıl da kalın bir kabukla sarmalanmış olduğuna şimdi... Yara kabuğu bu. 

Herneyse... Asıl anlatmak istediğim şey başka. Asıl anlatmak istediğim şey trajikomik. Şimdi ben bu albümdeki şarkıların hemen hemen hepsini sırayla en sevdiğim şarkı yaptım bir ara tamam mı? Bir zaman da en sevdiğim şarkı Güneye Giderkendi. Bu şarkıyı mırıldana mırıldana yürüyordum sokaklarda, kafamı sağa sola hafifçe yaylandıra yaylandıra yürüyordum,sallana sallana yürüyordum. Solda güneş yükseliyordu, güneye giderken... Yine bir akşam walkmenimde bu kaset, kulaklarımda güneye giderken, mırıldana mırıldana yürüyordum çarşıda. Türk bayraklarıyla kaplı bir standın önünden geçiyordum, ilgimi çekti, hafif yaklaştım şöyle bir gözatmak için. İşte tam o sırada bu standın arkasında ne kadar adam varsa hepsi üstüme çullandı birdenbire.  Adam dediğim de, genç genç, benden 6-7-8 yaş büyük insanlar. Ben ne olduğunu bile anlamadan oradan geçmekte olan Akçay insanları (ki kendileri ya emekli, ya da bütün kış çalışmış da yaz tatiline Akçay'a gelmiş, devlet memurlarıdır genellikle ve iyi insanlardır) ayırdı beni onlardan. Hiçbir yerime bir şey olmadı, sadece neye uğradığımı şaşırmıştım. 

Ayıranlara soruyorum, diyorum ne oldu hiç anlamadım durup dururken, o sırada bağırıyor o bayraklı tezgahtan birisi, solcu şarkılar söylüyormuşum... Sonra bir bakıyorum, bu bayraklı tezgah meğer MHP standıymış. Çok şaşırıyorum lan, çok şaşırıyorum. İnsanoğlunun ne kadar yaratıklaşabildiğine çok şaşırıyorum o yaşımda. Sol ne, sağ ne, daha belki ilk defa o anda o kadar net anlıyorum. O ana kadar solda güneş yükseliyordu cümlesi bana sadece güneye giderken doğmakta olan güneşi anlatıyor. İnsanoğlunun ne kadar kurulabileceğine çok şaşırıyorum. Kurma kolu olsa bu kadar kuramazsın, gırç gırç yapar bir andan sonra, salar kendini... Ne acayip değil mi? Şimdi bile hayal edemezdim.

İşte böyle böyle kabuk bağlıyorum ben, böyle böyle şarkılar mırıldanmıyorum artık yürürken sokaklarda. Halbuki biz şarkılar mırıldanmaya devam edelim, insanlar kendilerine gelsinler değil mi? Ama öyle olmuyor işte, bizim hayatımızın keyfi kaçıyor bir kere, bizi cümlelerce, betimlemelerce mutlu eden şeyler bazılarının ağzını köpürtüyor diye bizim üstümüze düşüyor gölgeler. 

Benim böyle hatırladığımı, o an üstüme çullananlardan biri hatırlıyor mudur diye merak ediyorum şu an. Hatırlıyorsa nasıl hatırlıyordur. Lan diyor mudur acaba, 11-12 yaşında, müzik dinleyip mırıldanarak tezgah bakan çocuk güzelliğini çirkinleştirdik varlığımızla diyor mudur. Demiyordur değil mi, dese ne yazar. 

28 Mart 2012 Çarşamba

Kurban olam ben size.

Yani öyle güzel olmuş ki, sanki şarkı zaten türküymüş de Hadise cover yapmış gibi olmuş. Çalsın sazlar!